Demir Bâkire

Uğursuzlardan uğursuz bir geceydi
Kara Orman’ın içinde yalnız bir kulübeydi
Duvarlarını saran kapkara sarmaşıklar
Çürümeye yüz tutmuş duvarları örterdi

Pencere oluklarındaki çamurlu camları
Işık dahi aydınlatmazdı sabahları
Eğri büğrü kalın ahşaptandı kapısı
Üzerinde bulunmazdı ne bir isim, ne bir yazı

Atalardan kalmış mîras gibi anlatılırdı
Bu evin yaşlı ve yalnız bir sâhibi vardı
Ne yaşı bilinirdi, ne ismi, ne cismi
Bu kadını ne pazarda, ne yolda gören vardı

Evine çıkan tüm yollar çalı ve leş doluydu
Yürümek ayrı bir azâb, koşmak ise daha zordu
Ne gideni vardı, ne de geleni bu dulun
Bu yüzden hayatına bir şâhit de yoktu

Derler ki, arada sırada işitilirmiş çekiç sesleri
Ve bu seslere karışan bir yanık çığlık nağmesi
Kanlar donar, canlar çekilirmiş kasabada
Bu seslerin duyulduğu günlerin gecesi

Karanlık ormanın içinden yükselen feryat figân
Ne yiğit dinlermiş karşı koyacak, ne de civân
Bu yüzden girilmez olmuş Kara Orman’a
Herkes korkar olmuş bu evde düşmekten ziyân

Bin bir cadı efsânesi türetilmiş zihinlerde
Bâzıları yasaklanmış, kullanılmaz olmuş kelimelerde
“Cadı, ucûbe, gûlyabânî, umacı” lâl edermiş insanı
Gaflete düşer de kullanılırsa cümlelerde

Her dâim söylentilerin esiriydi bu hâne
Derler ki üç çocuk kaybolmuş yıllar önce
Oyalı mendilden gayrısını bulamamışlar
Arasalar da tüm ormanı kasabadan göle

Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş
Kaybolan üç sabîden hiçbir ses gelmemiş
Perîşân ahâlî, bîtâb düşmüş âilesi
Çâresiz, elleri bağlı, aramaktan vazgeçmiş

Gıyablarında yapılmış cenâzeleri gariplerin
Kabristanda yerine getirilmiş usûl-ü defin
Boş mezarlara doldurmuş anaları yüreğini
Babalarından duyulan tek şeymiş bu yemin:

“Bulacağım ölü de olsa garip yavrularımı
Esir bırakmayacağım Kara Orman’a rûhlarını
Ne cadı, ne umacı, ne upir, ne heyûla
Tadacak bu adamın cehennemî intikâmını”

Ertesi günü çalkalanır olmuş kasaba bir sözle
Bulunmuş çocukların izi pazarda bir bebekte
Bez bebeğin saçları sarı, kıvırcık, kınalıymış
Ahâlîye göre bu saçlar gerçek insan saçıymış

Ânında bir ilham şimşeği çakmış zihinlerde
Bu saçların sâhipleri ormanda, derinlerde
Uğursuzlardan uğursuz evin sâhibesi
Oyuncak bebek yapıp satarak geçinmekte

Meğer gün gelmiş, gerçek bebek yapmak istemiş
Bu bebekleri pâre pâre birleştirmek istemiş
Gerçek bebek olsun diye büyüler tutmayınca
Gerçek insan uzvu ile bunları diriltmek istemiş

Derhâl haber salınmış vilâyetin serdârına
Askeriyle girsin diye kasabanın ormanına
Yetmezmiş kasabalının yüreği yürümeye yolları
Gitmeye ve varmaya lânetli kadının virânına

Halkın dediğini serdâr dikkâtlice dinlemiş
“Bundan böyle buna bir çözüm gerektir” demiş
Mâiyyetindeki atlıları, piyâdeleri ve serdengeçtileri ile
Kara Orman’ın yollarına duâlarla seğirtmiş

İlerledikçe uzaktan gelen solgun ışık belirmiş
Belirdikçe evin silüeti bu yiğitleri çağırmış
Puslu soğuk havada korkan bir bölük asker
Adımlarını sürümüş, yürekleri titremiş

Serdâr sürünce atını azimle eve doğru
Asker de ilerlemeye mecbur olmuş dosdoğru
İçerden ne bir ses gelmiş, ne de bir işâret
Bu korku delermiş en cesur bağrı

Nihâyetinde vurmuş kılıncını çürümüş kapıya
Serdâr askerinden umudunu kesince
Açılan kapıdan kaçınmış onlarca yiğit
Yem olmamak için korktuğu ucûbeye

Dağılan toz duman arasından görünmüş parçalar
Darmadağın savrulmuş onca tahtalar
Yatağında sinmiş bir kocakarı sayıklıyormuş
“Geldi almaya beni işte en derin karaltılar”

Kasabada heyecanla bekleyen ahâlî coşmuş
Herkes bu ucûbeyi görmek için saf tutmuş
Bir şey atmaya dahi korkmuşlar kadına
Kurtulursa kasabanın kıyâmeti olurmuş

Yaşlı ve bilge kadıya çıkarmışlar fânîyi
Usûlünce yapmak için âdî muhakemeyi
Sorduğunu duymaz, söylediğini bilmez bu kadın
Bilmeden cevaplamış kadının suâl ettiğini

Çocukları sormuş kadı, “Nedir âkıbetleri gariplerin?”
Anlamayan kadın demiş, “Uçurdum onları bir geceleyin”
Saymışlar kadının sözünü îtirâf yerine
Vermişler hükmü, “Boğulsun kanında bu dûzah-ı lâîn”

Kasabanın demircisine dövdürülmüş en kalın çelikten
Sipsivri çivilerle dolu bir tabut, hem de en sağlamından
İnfâzı bu mel’un âletle olacakmış kadının
Kurtulamasın diye onlarca günâhlarından

Sokmuşlar kadını bu ölümden beter işkenceye
Tenine batan yüzlerce sivri çelik iğneye
Ağır ağır akmış kanı zavallının saatler boyu
Doluncaya kadar bu çelik tabuttan içeriye

Ne çığlıkları kâr etmiş, ne yalvarmaları garibin
Vicdânları taş olmuş, kulakları sağır ahâlînin
O kadar insanın gözü önünde can çekişmiş
Hesâbını bilemeden işlediği cinâyetlerin

Can vermesi de yetmemiş zavallı kadıncağızın
Azâbı büyüsün diye bırakmışlar içinde sandığın
“Günâhlarıyla çürüsün, lânetiyle kokuşsun
İbret-i âlem olsun herkese cezâsı bu kadının”

Kırk gün tuttuktan sonra leşini atmışlar bir çukura
Ne bir taş dikmişler, ne bir ağaç garibin başına
Unutulsun, hatırlanmasın nesiller boyu diye
Ölsün zihinlerde, anılarda dirilmesin bir daha

Ne var ki adâlet kul değil, Allah işidir dostlar
Bu hikâye burada bitmezdi, bitmedi zahar
Kasabaya yolu düşen fermanlı bir kadı
Deşti buldu gerçeği zorlansa da her ne kadar

Uğursuz hâneyi tekrar deşmekmiş niyeti
Ancak böyle bulabilirmiş sâf gerçeği
Ahâlîden rehber olmuş birkaç gönüllü
Böylece aydınlanmış işin hikâyesi

Meğer bu kadın yalnızlıktan, teklikten delirmiş
Deliliği bir kendine zarar, başka kimse bilmezmiş
Kuşları varmış beş tâne, evin içinde dostu olan
Bunları bir gece mehtâba gitsinler diye salıvermiş

Kırık dökük birkaç eşya çılgınca saçılmış her yere
Bir iplik kasnağı ile demirden tekerleği pâre pâre
Anlamışlar, geceyi delen seslerin buymuş nedeni
Paslardan feryat basarmış antika makine

O kadar aramaya karşın bulunmamış çocukların izi
Ne evin içinde bir çorap, ne bahçede bir kolyesi
Bir helâsı, bir odası, bir mutfağı olan hânenin
Bırakılmamış geriye ne taşı, ne tuğlası

Hele bir de kurşunî göl kasabanın günâhını kusunca
Kayıp çocuklardan geri kalanlar kıyılara vurunca
Fermanlı kadı iyiden iyiye anlamış gerçeği
Ahâlîye bu kadınla ilgili hikâyeleri sorunca

Üç günâhsızın günâhını vebâl etmişler yalnız kadına
Kıymışlar hiç acımadan bir ân bile canına
Acıdan acı, hurâfeden kîn doğurmuş bu mekân
Cehâletle lânetliymiş de bilmezlermiş aslında

Dinlemiş olayları bir bir kadısından hükümdâr
“Böyle cehâlet tüm memlekete hem zûl hem zarar
Kazınmalı yeryüzünden bu ahâlînin cümlesi
Hem ibret olur nesillere, hem de bu âdil bir karar”

Dediği infâz edilmiş fermanlı kadının sonradan
Artık hiçbir eser yok ne ahâlîden, ne kasabadan
Serdârı, kadısı, genci, yaşlısı, erkeği, kadını
Ayırt etmeksizin geçirilmiş sırayla darağacından

Hurâfeye aklını verenler kellesini de verir gün gelince
Rûhları esirdir aslında cehennemlerin efendisince
Mâsumiyeti karalamak kolay zannedilmesin ağalar
Hakk’ın adâleti keser tüm hesapları en âdilince