Bir mâvi sabah, bir mâvi denizdi
Bu mâvilikle sevişen bir yelkenliydi
Uzunlardan uzun dört direği
Aştığı yollar kadar iple bağlıydı
Yorgun levendlerin gözleri karada
Kaptan-ı Deryâ’nın ise fermandaydı
Bilinmeyen kıyılar, diyârlar
Rulolarca büyük haritadaydı
Ambarlardan yükselen baharat kokusu
Kürek mahkûmlarının meşûm uğultusu
Sandıklarca dolmuş taşmıştı
Uzak illerin altından buluntusu
Büyük hazîne ile dönerken Dersaâdet’e
Yeterdi bu nâm varana dek kıyâmete
Bir umuttu Kaptan Paşa için
Olmak vezir Hünkâr-ı Azâmet’e
Herkesin içinde hülyâlar kabarmışken
Ve levendler şaraplara dadanmışken
Küreklere asılan yorgun kollar
Çoktan insâniyeti kaybetmişken
Esirler arasında bir esir hâlâ dayanmaktaydı
Onca kırbaca aldırmadan kın gibi susmaktaydı
Derisinden fırlamış gibi zifirî saçları
Kapkara yüzünü zırh gibi kaplamaktaydı
Bir çift çekik gözünde bir ışıltı vardı
Hayattan çok ölümü hatırlatırdı
Yuvarlak yüzü, sarı soluk teni
Bu yeni ülke için pek yaban kalırdı
O’nu bulduklarında bir kasabadaydı
Közden bir oyuğun tam ağzındaydı
Elinde köpek başı büyüklüğünde bir çekiç
Önündeki örse doğru savurmaktaydı
Neden sonra yağma edildi isimsiz kasaba
Tutuldu işe yarayan ne kadar adam varsa
Vuruldu hepsine cehennem işi prangalar
Kimi koşuldu yük taşımaya, kimi oldu forsa
Sarı soluk benizli bu sessiz hayâlet de vardı
“Böylesine güçlü kuvvetli adamdır” diye almışlardı
Yoksa demirciliği işe yaramazdı koca yelkenlide
Kürek çeken güçlü ellere daha fazla muhtaçlardı
Ve bir sabah ânsızın çekik gözleri açılmıştı
Gökyüzü dirseklerini kubbelere dayamıştı
Bin minâreden okunan bir ezân ile
Sanki kâinatın sesi semâda yankılanmıştı
İstanbul,
Konstantiniyye,
Bir şehir değil, başlıbaşına bir ülke…
Taşlar un ufak kalır mâzisi önünde
Surlar birer perde gibidir Boğaz’ın camlarında
Ermişleri, ölmüşleri, görmüşleri, bilmişleri
Bir sırlar târihini yazar mezar taşlarında
İşte böyle bir dünyaya attı adımlarını usulca
Bilinmeyen bir âlemin kapıları O’na açılınca
Bambaşka kokular, bambaşka sesler, bambaşka yüzler
Bekliyormuş kendisini yıllar yılı denizleri aşınca
Satıldı köle diye bir köle tüccarına yirmi akçeye
Süründü sersefil köle pazarında bir zaman böyle
Güçlü kollarını, sıkılmış dişlerini gösteriyordu
O’nu bu sefâletten bir müşteri kurtarsın diye
Ve sur içine doğru itti kader bu sarı benizli divâneyi
Kendisine meslek diye seçtirdi demir döğmeyi
Kılıç yonttu, pala yaptı tanrıların teninden
Vurdukça demire unuttu kiraz kokan sevgiliyi
Bir gün geldi ve demire başka türlü su verdi
Başka türlü döğdü ve başka türlü eğdi
Ustası şaşkın izlerken sarı benizli divâneyi
Yepyeni bir kılıç bu divânenin elinden çıkıverdi
Kuş gibi hafif, ustura gibi keskin, ok gibi hızlı
Ne yatağan gibi hantal, ne kılıç gibi nazlı
Şeytan icâdı da değil tüfeng gibi
Yine de bir mahâreti, bir sırrı saklı
Bu kılıç ile dolaşır oldu Konstantiniyye sokaklarında
Eh tabii, nâmı da salınır oldu ahâli toplantılarında
Hele hele anlata anlata bitiremediler hiç
Kılıç ne yer etti herkesin rûyalarında!
Ve olan oldu günün birinde kaçınılmaz olarak
Babalandı bir külhânbeyi söylenceye dayanamayarak
“Benim palam üstüne pala, nâmım üstüne nâm yoktur!”
Vardı sarı benizli divânenin yurduna böyle bağırarak
Çâresiz, kapıya dayanmıştı artık belâ bir kere
Kılıcı ile sokağa seğirtti sarı benizli divâne
Nâm kavgası için gelen dağ gibi külhânbeyi
Toplanan kalabalığı savuşturdu öteye beriye
Başladı çok geçmeden çeliklerin haşin mücâdelesi
Ama beklenenden kısa oldu kapışmanın zemânesi
Bir garip savruluş ve bir garip vuruş ile bitti
Düştü ayrı yanlara külhânbeyinin bölünmüş gövdesi
Bu dehşetli sona tanık oldu onlarca çoluk çocuk
Taştı gitti efsânesi tanımayarak ne köy ne bucak
Vardı devletlûların katına kadar nâmı divânenin
Merâk ettiler, bu garipten nasıl cengâver olacak?
Divânenin yanına Sultan fermânı ile vardılar
İrâde-i şâhâneyi usûlünce kendisine anlattılar
Hünkâr ister ki, bir cenk eylesin gözü önünde
Görsün, ne menem cengâvermiş bu silâhdâr
Fermân demek, farz demek -hâşâ huzurdan-
Böylece cenk meydanına çıkıverdi bir öğlen
Karşısına koydukları iki adam boyunda yeniçeri
Fırlamıştı sanki en şeytânî bir kâbustan
İnsan kellesi kadar avuçları ayı pençesi gibiydi
Belindeki yatağanı ejderhaların dişinden sivriydi
Endâmı dağlara bedeldi devâsâ yeniçerinin
Kollarını savurunca sanki bir yel değirmeniydi
Çıkardı eğri kılıcını ve çapraz tuttu başının üstünde
Bacakları yarım açıktı saldıracakmışçasına râkibe
Gözleri mıh gibi çakılmıştı ve donmuştu âdetâ
Sandılar, zaman kılıcının ucunda dans eden bir ucûbe
Yeniçeri savura savura yatağanını koştu âniden
Haykırışını duymuşlardır tâ Acem ülkesinden
Öyle bir dehşetle hücûm etmişti ki divâneye
Hünkâr dahi zıplayıverdi telâşından yerinden
Ama hazırdı divâne her türlü rakip hamlesine
Yeniçeri iyice yaklaşınca döndü bir kez çevresinde
Kaldırdığı kılıcını birden yere doğru vurdu
Ve sonra âniden kaldırdı yeniçerinin böğrüne
O kadar hızlı olmuştu ki her şey o ânda
Kimse ne olduğunu anlayamadı en başta
Yeniçeri bu hamle ile boşa savurmuştu yatağanı
Üstelik akmış kan görülüyordu yerdeki talaşta
Herkesin hayreti dinince anlaşıldı işin gerçeği
Divâne tek hamle ile çizmişti yeniçerinin sîneyi
İstese alırdı canını bu gûlyabanînin oracıkta
Kanlı bitirmek istememişti bu zâhirî mücâdeleyi
Bir kat daha takdir ve hayranlık uyandırdı böylece
Hemen deftere tasdik olundu Hünkâr’ın emrince
Artık Ordu-yi Hümâyun’un bir neferi olmuştu
Kısa sürede pek sevildi bütün asker tâifesince
Bundan sonra ömrü cephelerde kılıç sallamakla geçti
Vurduğu her kılıç O’na daha büyük nâm getirdi
Hatta vâki olunur gâvur illerinde bile tanındığı
Denilir ki, Devlet-i Osmanî’nin en ünlü neferiydi
Artık ismi de değişmişti bu sarı benizli divânenin
Unutmuştu O da kendisine verdiği ismi ülkesinin
Bir demirciden bir cengâver doğmuştu yaban illerde
Mutlu bir esiriydi bundan böyle kendi kaderinin
Nâmı “Sarı Ağa” diye anılır olmuştu diyarlarda
Yeniçeriler hûşû ile andılar nâmını ortalarda
Başlıbaşına bir efsâne oldu günden güne bu garip
Cengâverlerin ağası sayıldı yedi iklimde, üç kıtada
Rivâyet o ki, yaşamış onlarca ve onlarca sene Sarı Ağa
Sanılmasın, buna şâhit olanların uydurduğu bir mübalağa
Ne tahtların ve ne fermânların yittiğini görmüş ömrünce
Sonunda yorulmuş ve çekilmiş yalnız hâlde bir dağa
Sonrası meçhûl, sonrası gayb, sonrası karanlık
Ülkesine mi gitti? Gayba mı karıştı? Tam masallık…
Bir rivâyete göre kuytularda yaşarmış hâlâ
Kabûl etmezmiş bu cengâveri hiçbir mezarlık
Uzaklardan uzak bir diyardan peydâ oldu bu divâne
Hâtıralardan silindi herkes gibi zaman geçince
Nankördür âdemoğlu tâ babası Âdem’den beridir
Sarı Ağa gibi niceleri unutuldu elden ayaktan düşünce